Müslüman bir kimliğe sahipseniz, hayatın imtihanlardan ibaret bir yer olduğunun farkına da varmışsınız demektir. Çünkü İslam kolay olan her şeyi reddeder. En azından her gün 5 vakit namaz kılmak, alın terimizle kazandığımız paralardan fakirlere vermek ve kendini aç bırakmak tam bir delilik. Nefis diye bir şey var, bunlar hiç kolay olur mu? Başlı başına zor bir din İslam ve oldukça çileli. İnsandan düşmanı atlamak kolay; sonuçta etten kemikten; ama nefis işin içine girdi mi, asıl zor kavgası başlıyor insanın…
Aslında yapılması gerekenler değil zor olan, sonuçta kendini hiç aç bırakmazsan açın halinden de anlayamazsın, halinden anlamadığın insana da zar zor kazandığın paradan vermezsin, yardım etmezsin. “Halinden anlamak zorunda mıyım” diye sorabilirsin kendi kendine, “yarın bir gün sende aç kalırsan kimse de seni anlamak zorunda değildir, o zaman” diye cevap ver kendine. Olmayacak şey mi sanki bırakın yarını, bir saat sonrasına garantimiz var mı her şeyin yerli yerinde olacağına? Böyle düşündü mü insan, aç olanı doyurmak hiç de zor gelmiyor tabi, sonuçta işin ucunda yine kendisi var…
Buraya kadar pek bi sıkıntı yok… Ancak konu namaz olunca biraz da zorluyor insanı, kendisiyle olan kavgası. Sonuçta yirmi dört saatten bir saatini bu işe yatırıyorsun ve kendin ile olan kavgan sürekli dürtüyor seni “acaba” ile başlayan sorularla. Keşke diyor insan yirmi dört saatin bir saatini harcayarak hem Yaratıcının takdirini kazansam hem de Cennete girmeye hak kazansam… Çok şey, değil mi? Ama nefis istiyor işte. Son zamanlarda keskin bir pazarlıkçı olmuşum da farkında değilim…
Zor olan İslam değil aslında. Zor olan her an kendini kandırmak ve biz insanoğlu bunu çok güzel başarabiliyoruz. Tutturmuşuz bir şeytan, iki nefis ile savaşmak zor. Öyle savunuyoruz ki bazen bu savaşı nefis, şeytan nedir bilmeyenler onların elimizden tutarak zorla iyiliklerden alıkoyduğunu, kötülükler yaptırdığını sanır. Oysa ikisinin de tek savaş silahı fısıltıdan başka bir şey değil. Tabi bu fısıltı size her zaman yeni seçenekler sunmaktan ibaret…
Dört rekat sabah namazı + on rekat öğle namazı + sekiz rekat ikindi namazı + beş rekat akşam namazı + on üç rekat yatsı namazı (vitir dahil) yani hepsi toplam kırk rekat. Evet, bir günde kılmamız gereken namaz miktarının toplamı bu. Namazını huşu içinde kılmak isteyen bir insan için 60 dakika gayet yeterli gibi duruyor, gerçi bu zaman kişinin Yaratıcıya olan muhabbetine göre değişebilir ama genel insanlar için 60 dakika ideal bir süre gibi duruyor. Yani toplam 1 saat…
Uykuya 6 saatin altında verenimiz pek yok, günlük yemek vakti en az 2 saat. Çok diyebilirsiniz ama kimimizin her gece ailesi veya dostlarıyla çay sohbeti, kimimizin ise kahve yalnızlıkları var, bunları da eklersek 2 saat az bile kalıyordur. Ve gelelim çalışma konusuna; Türkiye geneli en az 8 saat… Kendime sormadan edemiyorum 60 yıllık dünya hayatının en alt seviyelerinde bir yaşam sürdürebilmek için en az 8 saat çalışmak zorundayım. Buda bir kenara emeklilik tarihinden bir gün önce işten çıkarılırsam emekli olamıyorum…
Peki, ya Yaratıcı da öylemi? Yukarıda demiştim ya günde bir saatimi vererek hem Yaratıcının takdiri hem de ebedi yaşamı kazansam keşke diye, İslam da tam olarak bundan bahsetmiyor mu bize? Toplam beş vakit namaz sadece bir saate tekabül etmiyor mu? Ve ayetler, hadisler müjdelemiyor mu Namazı tam olan insanın Cennet ile ödüllendirileceğini? Soruyorum her seferinde kendime; nasıl oluyor da bu kadar nankör olabiliyorum? Nankörlük bir yana, nasıl bu kadar akıldan yoksun hareket edip, Cennet’e sorgusuz bilet hakkını kaybediyorum?
Sekiz saat çalıştıranların kölesiyiz ama bir saat ibadet isteyene isyan ediyoruz. Ne ekersen onu biçersin demiş ya atalarımız çok doğru demiş. Biz Yaratıcı’ya karşı bu kadar nankörken, nasıl olur da diğer insanların bize karşı doğru olmasını bekleriz ki? Nankörlük ekip, nankörlük biçiyoruz her seferinde… İnşallah, bundan sonra sadakat eker, sadakat biçeriz…
“Çok sevdiğin Yaratıcı’ya yaptığın her nankörlüğün bedelini, çok sevdiğin insandan fazlasıyla alırsın. Ya çeker gider, kalırsın bir başına; ya da kalır keşke hiç gelmeseymiş dersin… Sevdiğine nankörlük bedelsiz kalmaz…”